27 Ağustos 2009 Perşembe

Top'lu iğne 13

Mavi gömlekliler ordusu

Şaklaban demişken, Taklamakan çölünden bahsetmiştim.
Aslında, bugüne dek taklaya gelmiş hayatlarımızı gözler önüne sermek istemiştim.
Çünkü içilmemiş kahvenin parasının haram sayıldığı yerde, hırsızlık asla olmazdı...

Bir gece, eski bir taksi soförü dostumun morali çok bozuktu. Boğazın kraliçesinin, yüzde sekseninin dalalet ve kaktırma oluşumlarını alkışladığı iddia edilen, eskiden şifa dağıtmış sahil kenarı yapıdan henüz çıkmıştım.

Bir rüyadan ancak uyanırken sanki başka bir deli rüyaya dalıyorum. Kabataş sırtlarındaki evimin yoluna koyuluyoruz gecenin karanlığında. Geceyi, boydan boya yırtan ara sokak batakhibesine dönüştürülmüş ışıklı köprünün sanki sakat bacaklı altından geçerken dostum Murat konuya giriyor;
-Sorma abi, evimi soydular.
-Senin kapın zaten çelik değil miydi Murat?
-Çelikti de, levye ile kasnağında kanırttılar eşşoğlular!
-Dört yaşındaki oğlumu da bacağından yaraladılar. Bizde ne mücevher ne de para olur, bilirsin yamak! Polis, muhakkak tanıdıklarından biri yapmıştır, dedi zaten. Ne yapayım vallahi bilmiyorum!
-Sorma be Murat. Sonunda bu ülke bile (mal ve esef) tiksinç bir hale geldi gaflet ve dalaletten.

İşte o sırada birden, sayılması güç sayıdaki elektrik direklerine asılı, plastik İstanbul reklamlarındaki ince belli çay bardaklarına takılıyor gözlerim. İstanbullu’ya İstanbul reklamı yapılıyor belediye bütçelerinden. Can bu işte, çeker mi çeker?! Tavşan kanı çekiveriyor. Eh, olaya sondayı vurup işin aslına da inmem lazım ya. Çek Dolmabahçe’ye deyiveriyorum. Çoktan ve yoktan dolmuş sahile uzanıyoruz...

Mavi gömlekliler ordusu, bu kez kızıl ötesi gözlüklerini size odaklamasa da, kızarmış gözleri ile bir aşılası güç bariyeri oluşturuveriyor önümüzde.

-Giremezsiniz kardeşim yasak!

“Korsan taksiye binme!” diyen zihniyet, vatandaşının taksisini çay bahçesinin otoparkına sokmadığını öğretiyor bu son ziyaretimizde! Ne sebep ne de sonuç. Çarnaçar münazaraya beğenilmiyoruz işte. Geçiş izni yok! “Yamukrasilerde çare tükenmez” derler ya hani, o zaman ye kürküm ye! İnönü caddesine ticari aracımızı terk ve park edip, garajdan kendi arabamızı alıyoruz. Varyanttan aşağı kıvrılarak tekrar aynı bölgeye geldiğimizde ise bu kez hoş karşılanıyoruz. Beş on otopark görevlisi apronda taksi yaparcasına makinemizi balıksırtı istiflenmiş lüks araçların arasına yerleştirtiyor.

Elli yıllık anılarımın bahçesine, bu kez nerede ise pasaportla girebiliyorum. Arabada çay yasak ya, iniyoruz emirkulu gibi işte. Kenar kıyı bir köşede metal yuvarlak bir masaya ilişiveriyoruz. Önce ilk mavi gömlekli eleman geliyor. Suratıma şöyle bir bakıp kafasını çeviriveriyor. Ön masada, mini şortlu bir fahişe ve yavuklusu muhabbet tellalı, dikkatimi çekiyor aniden. Süper mini şortlu ve kızıl rengi kaynak saçları ile hemen yanımızdaki masada oturmakta olan örtülü ve mutasıp ailenin ilgi odağı oluyor.

“Bakar mısınız lütfen?” desem de sipariş almıyorlar bir türlü. Sonra başka bir mavi gömlekli yanaşıyor yanımıza. Kemirgen bakışlarındaki iştahından ürkek bir çay ve bir de sütlü kahve ısmarlıyoruz. Neden sonra ve de epey sonra servis geliyor. Soğuk beklemiş çay, tavşan kanından çok aybaşı kanamasına benziyor. Buzlu kahveye dönmüş yağlı bardak da cabası. Borcumu sorup bir an önce paramı ödemek istiyorum.

Bezmi Alem Valide Sultan Camii’nin duvarına inşa edilmiş kaçakmış gibi görünen kulübeden adisyonun gelmesi pek uzun sürmüyor. Ücretin üstü geldiğinde ise hem bozuk paraları hem de kahveyi bırakıyorum ve lezzeti konusunda uyarıyorum. Küstah ve terbiye yoksunu bakışlar, sert eda ile fincanı ve bahşişi alıp uzaklaşıyor. Soyulan evlerimiz ve ceplerimiz yerine hayatımız ve huzurumuz bu kez T.B.M.M.’ye bağlı Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın yanı başındaki bahçelerde kılıfından yüzülüyor.

Taksi şoförü arkadaşım huzursuz. “Yapma yamak” diyor. “Tamam sen güçlüsün, tanınıyorsun. Ama bak, bu halka, nasıl halka halka çifte standrat uygulanıyor. Hadi kalk gidelim.” Bir yandan deniz, göl ve akarsularımızın, Anayasamız tarafından bir tek kamu yararına kullanılabileceğini anlatmaya çalıştığımda, yanıbaşımızda dikilen garsonun bizi dinlediğinin farkına varıyoruz. Beş Yeni Türk Lirası’nı masaya atıveriyor.

“Neden?” dediğimde ise. “İçmediğin kahvenin parasını neden alayım ki?” diyor küstahça. “Haram olur.” Tahrik, beni bir kez daha suça teşvik ediyor ve o beş lirayı yırtıp kırpıntı haline getirerek masanın üstüne bırakıyorum. Kumbara mısın sen be kardeşim? O zaman bozuk paraları neden cebine attın?

Sıfır atmak yerine yüz liralık banknot basılıp, halkın ceplerindeki metal kuruşlara nasıl mahkum olduğunu bir kez daha ibretle anlıyoruz. Kutsal mücadelemizi kazanmış edasıyla inadımızdan vaz geçip, otoparktaki arabamıza dönerek oradan ayrılıyoruz. Tam apartmanın garajına girecek oluyoruz ki birden askılı omuz çantamı astığım ve sandalyenin arkasında unuttuğum gerçeği suratıma çarpıveriyor. Taksici arkadaşımla aynı varyanttan, aynı yere geri dönüşe geçiyoruz. Vardığımızda, vasıtamızı sanki beklermişcesine aynı yerde yeniden parketttiriyorlar. Rıhtıma yaklaştığımda diğer misafirler beni hemen görünen o kulübeye yönlendiriyor. Ömer Avni Parkı’ndaki aynı kulübeye benzer oymalı çay ocağına yaklaştığımda ise şu soru ile karşılaşıyorum:

“İçinde kaç para vardı kardeşim?” Ben dururmuyum ki.
-Pasaportuma bak. Nasıl olsa buraya onunla girilmesi gerekiyor. Zaten çok param var. İçinde ne olduğunu ben de pek bilmiyorum. Diyerek bir de ara gazı veriyorum.
-Yok, sonra çaldılar dersin! Cevabını verip, kızarmış gözbebekleri ile bir de pis pis sırıtıyor. Pisi pisine geldiğimiz sarayın otomobil bahçesinden, çalınmış huzurumuzu da bırakarak, tıpış tıpış ayrılıyoruz. İyi de, kardeşim haramın olmadığı yerde hiç hırsızlık olur mu? Türkler, geçmiş ve asalet satın almak için yaşarlarmış. Çünkü kovdukları monarşiyi artık bit pazarlarından taksitle aldıkları paşa dedelerinin simli yatak örtülerinde yaşatmaktalarmış.

Terzi Yamağı

10.08.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder