27 Ağustos 2009 Perşembe

Top'lu iğne 8

Mavi peluş paltolu bir kadın inmekte kompartımandan.
O nostaljik filimlerin aksine ne duman var ne buhar. Karşı kampanya filmlerdeki dilencilerden üç beş tanesi göze çarpsa da bunlardan heryerde var zaten. Kadın heyecanlı adımları ile ince topukları üzerinde mermer zemini zor adımlıyor. Birde kalın ekose orlaon manto var elde. Belli ki ürkek gözlerde yurda gizlice sokulmaya çalışılan bir nesnenin sinyalleri çakıyor. Bıyıklı hoyrat gümrük memuru kadına yaklaşarak elinde ne olduğunu soruyor. Plastik ibrik ve kışlık bakliyatla işe giden vatandaş cebinde kocasına 110 voltluk bir traş makinasıyla dönüyor. Yasak kardeşim. Yasak.
O yasakların yolculuklarının Tophane'deki ve Yalova'daki Amerikan pazarlarında son bulduğunu anlamak pek vaktimiz almıyor. P.X . denen alışveriş dükkanlarından eskiden alınmış, kullanılmış ve ülkeyi terkedenlerce yeniden nakte dönüştürüldüğü her tür eşyanın yanındaki "yeni" tezgahlarında Avrupa'nın işe yaramaz çöpleri artık kendilerine yer açıyor.

Biliniz ki o yıllar eş zamanlı olarak, televizyon denen yeni protezimizin hayatımıza girmeye başladığı ilk yıllar. Uzun ve yüksek aliminyum antenler ile üzerinden gurbete gidilen komünist ülkeden birazcık anlaşılası zor siyah beyaz görüntü için tüm millet damda elde ayar.. O günler A.K.M.’nin dördüncü Murad’ın şahsi eşyaları ile birlikte Cadı Kazanında yandığı şimdi yeniden yıkılmak üzere yeniden aynen yapıldığı yıllar..İ.T.Ü Maden Fakültesindeki yayınların henüz haftada bir kaç kez olduğu İstanbul yılları.

Sanki bir 30 Ağustos’ta başlamıştı gibi hatırlarım o yayınları.Sanki, ilk reklamlar yayınlanacağı gün, adeta Dallas'lı J.R. 'ın Sue Ellen'ı vurdurduğu kadar boş kalmıştı yazlık sinemalar o akşam. Komşunun telefonundan haberleşilebilinilen ve doğulduğunda telefona yazılınılan hayatlardan geliyoruz vallahi ves selam. Üstelik o günlerde komşuculuk oynamaya yeni bahane olmuştu bu yayınlar. Gümüş tepside çay kaşıklarının şenşakrak nağmelerine, sivrisineklerin duvarlardaki tavşan kanı izine patlatılan plastik raketler ritm tutmaktaydı.

Sonra ortalığı kasıp kavuran o meşhur Şarkı Yarışması. Cebren ve hile ile mi planlanmıştı acaba ta o zamandan İsrail'in orada oluşunun anlamı. Ah sizi dış mihraklar.İçimizdekilerden bizi bi haber mi bilirsiniz? Bilirmisiniz ki nedir en zor olan hayatta? Hem yahudi,hem Afrikalı, hem zenci, hem eşcinsel, hem fakir, hem de çirkin olmak. Bir de, Yunan'ın şarkı sunumunun yerine Ayten Alpman kliplerinin sokuluşu gelir gözümün önüne o aradan.Nedense Kıbrıs gösterilmez taki Uğur Dündar Tarikat dedelerinin kapılarını gümletene dek. Sonra Nakşi bendi olayı alır bu toprakları.Sonra değnek cübbe acubeler.

O acubelerden birini de iyi hatırlarım o yıllardan. Uğur Bey misali Vefa'lı yıllarımdanı, aynen Beyoğlu'ndaki eşcinsel sinemalarında "Araya parça koy." zihniyeti ile kamu oyuna salınan. Şeyhzadebaşı kapı komşu, karşı camda koskoca bir kuşku. Ne yaydığı belli cemiyetten takunya sesleri fışkırmakta. Gün geçmiyorki bir kaç adam vurulmakta. Ben de tüyü yeni terli zamanlarımdayım. Henüz mastürbasyonu keşfettiğim yıllar. Gerçi tacizi daha bebe günlerimden bilirim ben, hem de nerede ise ensest cinsinden. O gün bozadan amel cami helasına zor yetişmiştim. Gri ve yağışlı güne, etraftaki yer altlarındaki kaçak, lastik terlik atelyelerinden artan parçalar ile yakılmış gırtlak yakası bir koku geziniyordu.

Vay be, in be hayat! O zamanlar henüz çocukluğu çalınmakta olan çocukluk aklımı sökememişlerdi yerinden. Kalın tahta kapıyı sıkıca mandallamış, kapı duvarlarındaki müstehcen figür ve yazılara dalmıştı gözlerim dışkılamanın verdiği rehavetten. Tam plastik sarı maşrapayı elime alacaktım ki kapı sert bir tekme ile açılıp duvara tosladı. Elinde koca değnek, o sakallılardan biri kan bürümüş gözleriyle bana bakmaktaydı. Sonrasını da dinlemeye tahammül edecek mi dersiniz bu coğrafya. Madem dike dike geldik, ede ede devam edeyim o zaman .

Birden, daha ben ne olduğunu bile fark edemeden ağır eğri asa kafama saldırdı. Odunsunun darbesi ile, asırlardır kimbilir ne pisliklerle kirlenmiş hela taşının zor anlaşılır mermerinin kalan yüzeylerinin üzerindeki altımdan kayıverdi ayaklarım. Ayaklar mı hayatlar mı kayıyordu hiç bilememiştim. Hela arasındaki, adam boyu yığma duvarlardan görebildiğim tek şey dört parçalı kubbelerin yeknesak dizisi oluyordu o gün. Pis bir sarı badananın teharat sürülmüş duvarlarıydı şahidim sadece. Bağırmaya başlasam da heyhat. Ne kul vardı etrafta ne de kulplu. Minarelerin iftar ışıkları henüz yanmıştı. O cehennemden uzanmış, kemikli, nasırlı ve çatlak derili, kirli ve güçlü el cılız ağzımın içinde yutmaya çalıştığım eksik öndişlerimin çırpınışını ezmekte hiç zorlanmamıştı inanın. Kulaklarımda bir ayı hırıltısı vardı, birde yan helalardan birine damlayan suyun psikolojik baskısı. Üstüm başım pisliğe bulanmış boşuna debelenmekteydim. Hırıltılar içimde sanki iniltilere dönüşürken, kokan nefesinden ve salyasından gelen pis kokuyla çoktan kusmaya başlamıştım. Sonra herşey birden bitiverdi. Sadece suyun damlayan yeknesak sesi devam ediyordu. Birde makadımdan damlayan kanın o ritime kubur deliğinin kenarında sessizce eşlik edişi.. Orada öylece kalakalmıştım.
Ama kala kalmayan hayali bir hayatın hikayesine yeni başlamamıştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder