27 Ağustos 2009 Perşembe

“Top’lu İğne”den bu kez 16’lık tadında!"

Günlerce süren miskinliğim sona ermiş, yaklaşan güzün de hüzünü ile o sabah hayata sanki bir başka uyanmıştım. Gecelerdir hayal, rüya ve de karabasanlar ile süslenmiş keyiflerime azıcık ara verip, gerçeğin ta kendisine bir kez daha kulak asmıştım!.. Ne olurdu sanki delikli ve küpeli kulaklarım şimdi size anlatacaklarımı duymamış olsalardı? O yüzden geçenlerde ben size kahverengi gözlerden değil, defikatif (yani dışkılama) anlamlı şu sözlerden bahsetmiştim:

Evet; Bir çoğuna göre kimliksiz sayılan kahverenginin içeriğini anlatmak isterim bu sefer size. Hani şu zıt renklerin eşit oranda birbiri ile harmanlandığında elde edilen o müthiş lezzetteki sakıncalı tonu. Ama Yemen’den gelir zannettiğiniz kahvenin rengi değil bu kez anlatacaklarım. Bu, Hülasa ül Ala’nın rengi.

Üstelik de an alasından. Zaten içine edilesi hayatları etme bulma dünyasından bihaber yaşayanlar da pek anlamaz tesettüre girmiş söyleyeceklerimden. Hey gidi Karaca Ahmed’in yerinden çalınarak s.o.s.yetiklerin balkon ve bahçelerinde çeşme aynasına döndürülmüş o süt mermeri mezar taşları! Hadi gelin kimin anasını nereye gömelim(!) dayanışmalarını bir yana bırakıp Aşiyan’da tutuklu kalmış beton mezarlarına söyleşi kitabe sözleri döşeyelim. Madem Nazım Hikmet kalmadı buyurun Tuğba Özay verelim. Paris Hilton olmadı bari Halide Edip Adıvar derleyelim.. 6. Filo kovulup, Profumo patlarken; Aklımıza getirip, Vatan Yahut Silistre deneyelim. Köpeğime nafile mezar aradım. Ben maktulu şimdi nereye gömeyim? Tavanında çiğköfte, kürsüsünde türkücü birlikte meşk edelim.

Yeşil köşkün lambasında güllüsünü süzerken, Mazbatada lokum döngüsü, birazcık da güleryüz dilenelim. Döşemesinde döşenirde, lafı gediğine koyunca döşeme eşiğinden zor geçilir. İoa’da (San Torini de bir kent) tatil yaptığım bir Eylül ayında Tera’nın gazabını okumaktaydım. Tam bu belgesele, yamaçlara oyulmuş kahverengi tüf (volkan külü) oluşumun içindeki odamdan kuşbakışı canlı kanıtlarını izler halde daldığımda, ekranlardaki canlı 11 Eylül senaryosunu yaşamıştım. O zamandan asıl sarsıntı olarak aklımda kalan, Amerikan vatandaşlarının nasıl acilen pıl ve pırtılarını toplayıp adadan sıyrılmaya çalıştığı günler olmuştu.
Yunanlıların arkalarından kıs kıs gülerek oh olsun dediği o trajikomik oluşumun içinde ne düşüneceğimi bir an şaşırmışımdır. İkinci çarpmanın ardından vücuduma biraz daha, Amerikan malı yüksek koruyucu güneş losyonu sürüp keyfime devam etmekten başka yapacağım birşey yoktu.
Ayrıca da canım çok çekmiyordu. İntikam çanları çalmaktaydı artık. Hem de kapitalizmin günümüzdeki çelik konstrüksiyon imparatorluk kulelerinin içinde patlayan yakıt teyyareleri ile.. Halbuki, bugünlerde jeolojik parmak izleri olmasa da sıfır noktasında artık sadece göğü delmeye çalışan halüsinatif bir lazer ışık olduğunu görüyorum. O, Ege’deki 7 şiddetindeki volkanik patlama, Pers körfezinden Mısır’a, oradan da İstanbul’a uzanan bir kaplama alanı oluşturmuştu. 11 Eylül ise o kadar ileri gidemedi. Minoalıların akıbeti ortadoğununkilerine pek benzemedi.

Sadede gelelim.
Çünkü Libya’nın zengin yeraltı kaynakları Mamadu’nun uranyumunu bağlamıştı günümüzde. Bir keresinde, F.I.M.A. (Festival Internationale Mode Africain) bünyesindeki toplu gösterimizde, suyuna muhtaç olduğu Burkina Faso’nun devlet başkanının eşi ile Nijer devlet başkanını eşi Boubon göleti kenarında onur konuğumuz bile olmuştu ama tüm gösteri boyunca iki firstlady de uyumuştu. Ve çölün ıssız karanlığa bulanmış kahve rengi derileri görünmez kılmıştı zatı ailelerini.

Bugün, Lockhead faciası’na nazire eden Amerikan ve Libya andlaşmaları ile püroplastik akıntı gibi yaşamımıza giren yeşil kuşak sevdaları gittikçe kemerini biraz daha sıkıyor olsa da, içtüzükten seçmen listesine kalem tutanlar hala kemerlerini gevşetmek üzere yeni delikler açmaya devam ediyorlar. Ama unuttukları bazı bilgilerden haberdar olduğumuzu hiçbir zaman bilmeden. Şöyle ki, volkanik patlamalarda o püroplastik akıntıların su üzerine yol alabildiğini, 30 metreyi aşan su duvarı yapabilme özelliğine bir de akışkan lavlarını ekleyebilme yeteneğini bile bilmeden... Yanında bir de lahar denilen sıcak çamur akıntılarını da hesaplamaları lazımken. Aynen Bedevi çadırına başkan olarak giren devletlilerimizin hatalarının hala hafızamızda olduğunu hesaplayamadıkları gibi...

Malumunuz, topraklarımızda da basınç bu aralar nobran bir tutumla arttırılıyor.
Paralize (parolize değil) edilmeye çalışılan akıllarımız hala Krakatoa ya da Pompei filmindeymişiz gibi adrenaline boğulup imaj çöplüğüne dönüştürülen basın aracılığı ile de kimliklerimiz yağmalanıyor... Birden bu saçmalıkları unutup Antartika’nın dünyanın tatlı suyunun yüzde yetmişini tek başına barındırdığını hatırlıyorum. Erirse yeryüzünde su seviyesini 60 metre yükselteceği kesin olan yeraltı kaynakları zengin ve hiç kimseye ait olmadığı idda edilen kıtanın kıçına bile nedense ozon deliği açıldığının farkına varıyorum. İnsanın gölgesi kendisinden farklı uzayabiliyor. Hatırlanması gereken ise; İnsanlar doğaları ile oyun oynadıklarında kuşaklarından birinin muhakkak vurulacağı oluyor.

Terzi Yamağı

24.08.2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder